Lifestyle of the Sick and Dangerous
meçhulde bir yerden yanık kokusu gelmekteydi. kavrulan etin ve saçların havaya yaydığı kesif koku, ateşi harlayan rüzgarla havaya fırlayıp yere yaprak gibi düşen küller, diri diri yakmakta olduğu karbon bazlı yaşam formunun göğsünde kabaran alevlerle tablo bir midsummer akşamını andırırcasına parlıyordu. kıvılcımlar parmak uçlarımla kontrol ediliyorlarmışçasına uysaldı, nereyi yakmalarını istiyorsam oraya sıçrıyorlardı. manzaradaki en tatmin edici şey ise parlak kırmızı alevlerin akışkan dansıyla kör gözlere ateşin ne kadar kutsal olduğunu tekrar tekrar hatırlatan o büyüleyici dinamikti. retinama alveollerdeki nikotin izleri gibi işleyen simsiyah muhrik duman, ciğerlerime tatmaktan en çok zevki aldığı o tahrik edici kokuyu tattırmıştı: yanmış ceset kokusu.
zevkten dört köşe olmaya kısa bir ara vermek suretiyle elimdeki yarısına kadar benzin dolu bidonu usulca yere bıraktım. sterling enseme bir nefes uzaklıkta elleri dirseklerimi kavramış şekilde duruyordu. kendisinin vahşet olarak gördüğü manzarayı istiğna aracı olarak görmemden dehşete düşmüş gibiydi. merhuma alelade bir ölümden çok onurlu bir ölümü tercih ettiğim için bir nebze rahatlamış bünyemi öfkelendiriyordu. bir çöp parçasının boşa geçirdiği ömrünü, ruhunu çürümüş fikirlerce yönetilen bedeninden ayırarak cezalandırdığım için aksülamel uyandırması huzur kaçırıcıydı. gözyaşlarını boşa harcadığını duyumsayınca irkildim ve hışımla ona döndüm.
“yaşamak radarınıza girdiğim anda benden size tanınmış bir hak olur sevgili sterling.” dedim. sözlerimi küstahça bulmuş olacak ki kaşlarını çattı. aralık dudakları titriyordu; nasıl böylesine ceberut sahibi, kömürden bir kalbi olan bir yaratık olduğumu geçiriyordu içinden. “kimsenin canını siz vermediniz!” diye haykırdı, gözyaşlarına boğulmuştu. “ben de isterdim şu an kıraçlaşmış gırtlağına hayat suyumu akıtıp onu diriltebilmeyi ve tam anlamıyla tanrısı olabilmeyi, ancak yapabiliyorken öldürmek için canını vermem gerekmiyor.” dedim. “kimse böyle bir ölümü hak etmez, ne olursa olsun.”
yakasından tutup sarstım, dilini yutacak gibiydi. “kendisi gibi yirmi kahrolası aşağılık süprüntüye sizi linçletmeye çalışan biri için dünyanın en onurlu ölümü hakkını tanıdım ona. atmaya çalıştığı taşları kalın bağırsağına dizip sikerek midesine yolculuklarında eşlik etmesi için hayat suyumu da sıkabilirdim içine. özgür iradesi şu an konuşuyor olsaydı emin ol yanarak gebermeyi daha seksi bulurdu.”
suratı kirecinki kadar beyaz olmuştu. yakasını bırakıp ellerimi pantolonumda silkeledim. birkaç adım geriledikten sonra karanlık koridor boyunca koşmaya başladı.
“kaldı on dokuz, sevgili sterling!” diye bağırdım arkasından. kahkahalarıma mangal ateşinin çıtırtıları eşlik etti. ardından peşinden koşmaya başladım. kıtipiyöz on dokuz farklı göte gırtlaklarına kadar benzin ejeküle edecektim ama önce sterling'i bazı insanların o kadar da yaşama hakkının olmadığına ikna etmem gerekiyordu. taş binanın alçak tavanındaki dökülmüş sıvaya dokunarak koridor boyunca ilerledim, daha geniş bir salona çıkan kapıyı itip içeri süzüldüm. sterling bomboş salonun kırık penceresinden ayaklarını sarkıtarak gecenin sükunetine bırakmıştı kendini. kıçını mermerden kaydırıp kendini aşağı bırakacakken kolundan tutup onu tek hamlede yukarı çektim.
“zorbalarınıza ses çıkaramadığınız için mi, zorbalarının ölümüne sebep olduğunuz için mi yoksa zorbalarınızı öldüren siz olmadığınız için mi kendinizi öldürüyorsunuz? acınası, efendim. oysaki size bunları yapmalarına izin vermeden o ablak suratlarını dağıtsaydınız işleri bu noktaya getirmemiş olurdunuz. belki gelecekte bir yerlerde hâlâ yaptıklarını çoktan unutmuş onların izini sürmekle vakit kaybedeceksiniz beni yargıladığınız ve hor gördüğünüz her an yüzünden. bu iş bu gece bitecek. herkesin yaşama hakkının olduğu gibi pestenkerani bir fikir iddiasındasınız ancak kendi canına saygı duyuyor olmanız tek arzumdur.”
gözleri utanç içinde, yerdeydi. uzanıp alnındaki yarığı baş parmağımla okşadım. “bu taşı kavradıkları parmak uçlarından tattıracağım alazı onlara. sonra da ağızdan oksijen, makattan benzin verip göbek deliklerinden saplayacağım meşaleyi. özellikle o dobişko, affedersiniz, her vurdurduğunda almadığı kadar zevk alacak bu işten.”
sterling beni vazgeçirmeye çalışmadı. ellerimi ateşten al al olmuş yanaklarına koyup ısıttım. ona bakarken sözcüklerim seyrelip ufalanıyordu, kan akışım bildiği yolu şaşırıyordu. ellerim çenesinin iki yanından boynuna, sonra da çıplak omuzlarına indi. ona sarılabilmeyi isterdim.
“evdeki şeytanları kovmak için yaptığımız pompalı elektrikli süpürgeyi hatırlıyor musunuz? hani dışarı hava üfleyen?”
usulca başını salladı.
“şimdi bir jeneratör bulup pompasını saniyede on kere sıkıp gevşetecek bir aparat yardımıyla onu çalıştırmamız gerekiyor. aletin içinde geçen seferden farklı olarak benzin olacak, güçlü bir şeye ihtiyacımız var.”
“bodrum katta jeneratör vardı.” dedi kısık sesle. “ama tek başıma taşıyamam.”
“maatteessüf ki ne siz, ne de ben taşıyabiliriz.” dedim ve sıska vücuduma bakıp sırıttım. “ancak o toraman amasız fakatsız taşır.”
eskiden bir sandığın bulunduğu döşemedeki izlerden belli olan, salondaki yer altına açılan gizli kapının bulunduğu yere geldik. kapağı var gücümle kaldırdım ve sterling'e yol verdim. ihtiyatlı adımlarla karanlık merdivenden indi. arkasından inip kapağı kapattım. cebimdeki kibrit kutusuna davranıp çevik bir hamleyle bir kibrit yaktım. sterling'in rehberliğiyle uzunca bir koridorun sol tarafında kalan çürük kapıdan içeri girdik. kanlarında akan morfinin etkisiyle bilinci kapalı halde birbirleri üzerine yığılmış etten müsveddelerin arasında gırtlağı kesilmek üzere yatırılmış kurbanlık dana gibi uzanıyordu yerde. “koca göt, kalk!” diye bağırdım.
sterling arkama saklandı, yumruk yaptığı elini sırtıma dayadı. yanan kibriti mülahham mahkumumuzun bazlama suratına fırlattım, aralık ağzından içeri girdi ve dilinde söndü. can havliyle fırladı. çıplak ve ikiye katlanmış göbeğinin üstüne çöken şişman memeleri ayağa fırlamasıyla dikleşti. bana boş gözlerle bakıyordu. boynundaki zincirden tuttum ve onu dizlerinin üzerinde sürükleyerek koridora çıkardım. sterling durmadan arkasına bakarak önümden yürürken bir çuval tezeği bile tiksinmeden taşımamın mevcut duruma göre daha kolay olduğunu düşündüm. sterling el yordamıyla bulduğu bir kapıyı açtı ve tahminimce odanın köşesini işaret etti. “orada.”
“yalvarırım, benim bir ailem var! bir daha kıza dokunursam anam avradım olsun-”
“boşa nefesini tüketme, onun yerine derin nefes al. az sonra oksijen alamamak için yalvaracaksın.” dedim. çaresizce çırpınışını, emekleyişini izliyordum diğer yandan.
sterling yerde bir el feneri buldu ve yaktı. beyaz ışık köşede duran jeneratörün tozlu yüzeyine rehberlik etti.
“buradan çıktığımda ebeni sikeceğim senin. görürsün bak. anneni yatırıp sikeceğim herkesin gözü önünde!”
vızır vızır yankılanan o iğrenç ses tonuyla sterling'e hakaret etme cüretini bulduğu yere geri sokmak umuduyla karnına doğru bir tekme savurdum. kalbine ok saplanmış bir alageyik gibi yana devrilip inledi.
“zırvayı kes de kaldır şunu. geldiğin odaya taşıyacaksın. acele et. ateşli bir gece bekleyen senin gibi on sekiz kişi var. hepinizin işi bittikten sonra kendi ateşli geceme akmam gerekiyor.”
belimdeki tabancaya uzandım ve dolu SAR 9X'in namlusuyla kafasını dürttüm. emekler pozisyona geçti. kin dolu bakışlarla beni süzüyordu. “dizlerinin üzerinde durmayı çok seviyorsun herhalde. hastalık kapmayacağımı bilsem ağzına verirdim. hadi.”
“sıksana lan! sık götün yiyorsa!” diye bağırdı.
saygı çok önemlidir, yaptığı saygısızlık ise mevcut koşullarını zorlaştırmam gerektiği bir cezaya tabiydi. ben de fütursuzca tek el ateş ederek ayak kemiklerini dağıttım. can havliyle bağırarak yerde yuvarlanmaya başladı, ayağından fışkıran kanların üzerinde çırpınıyordu.
“maalesef artık böyle taşımak zorunda kaldın.” dedim. sterling el fenerini jeneratöre tuttu, şişko da ağlayarak ayağa kalkmaya çalıştı. yere kapaklandığı an dizini öylesine sert çarptı ki bir an menisküsünü yırtmasından korktum. ayağa zar zor kalktığında önce sürüklemek için bir hamle yaptı, sonra aleti yarım yamalak kaldırıp dağıttığım ayağındaki sağlam kalan topuk kemiğine basarak yürümeye çalıştı, hala ciğerleri oksijenle yeni tanışmış yenidoğan gibi ağlıyordu. zincirini sıkıca tuttum. sterling yolu aydınlatmak için önümüze geçti. dört veya beş adım ıkınarak taşıdıktan sonra bu saatte eşini benzerini başka yerde bulamayacağımız aleti hala kan kaybettiği ayağına düşürüp bir çığlık kopardı. sterling bayır domuzunun tiz sesinden rahatsız olmuş, kulaklarını tıkıyordu. zevkten dört köşe oldum. şişko acıyla iki büklüm olmuş, kusmaya çalışmış ve sadece safra çıkmıştı. hıçkırıkları boğazına dizildi ve kalan safrayı yutkunduktan sonra zırlamaya devam etti. namluyla kafasını dürttüğümde jeneratörü yerden kaldırdı ve sağlam ayağı üzerinde sürüklenerek kendini koridora atmayı başardı. ardından kalabalık odaya doğru ağır ağır ilerledi. hem ağlıyor, hem küfürler ediyordu. sonunda odanın ortasına jeneratörü bıraktığında samimi bir şekilde tebrik ettim kendisini.
“elektrik süpürgesi”ni yukarıdan almaya giden sterling'i beklemeye başladım. bir sigara yaktım, çakmağın ucundaki kıvılcımı uzun uzun seyrettim.
“hepiniz anka kuşuna sakso çekeceksiniz bu gece.” dedim gür bir sesle. dante'nin cehennemi bu bodrum katında hayat bulacaktı. yerde aciz kurtçuklar gibi kıvranıp inleyen insan artıklarından birini yakalayıp ensesinden kavradım. havaya kaldırıp sarstıkça ağzındaki beyaz köpükler havaya saçıldı. hepsi ağlamaya ve af dilemeye başladılar. uğultu midemi bulandırsa da tiksinç suratlarındaki pişmanlığı okumamla erekte olmam bir oldu. gülmeye başladım. şişko incittiği dizinin üzerinde ağlamaktaydı, jeneratöre başını dayamış böğürüyordu can çekişen bir bozayı gibi. kahkahalarım tizleştikçe ciyaklayan nükleer atık ordusu tarafından bastırılıyordu. elimdekini bıraktım, bok torbası gibi yere yığıldı. cinsel suçtan hüküm giymesi gereken birine dokunduğum için kendimden iğrenmem gerekirdi eğer kolektif adalete güvenen biri olsaydım. oysaki sağlamaya çalıştığım kendi adaletim bile değildi, salt acı çekmelerinden zevk alıyordum. hormonlarım bugünün hayaliyle yanıp tutuşmuştu hep, kimsenin ulaşamayacağı kadar yüksek bir doyuma ulaşacaktım. sabırsızdım.
sterling elinde elektrikli süpürgemizle kapıdan süzüldüğünde sigaramın son külünü havaya üfleyip izmariti yere attım. elinde bir de ihtiyacımız olan aparat vardı. ellerindekileri mahcup bir tavırla bana uzattı.
“yalvarırım, istediğin kadar resim çizebilirsin. hayatın boyunca ne istersen yaparım. izin ver annemi arayayım…” diye mızıldandı aralarından biri. sterling duymazdan gelmekle onayımı almak arasında gidip geldikten sonra gözlerimin içine baktı. “o sadece diğerlerine uymuştu, benimle bir sorunu yoktu.” diye mırıldandı.
“umurumda değil!” melodik bir şekilde üstüne bastığım her hecemde sesimi daha da yükselttim. “çürümesine müsamaha göstermeyeceğim tek varlık insanoğludur!” sözümü bitirdikten sonra kahkahalara boğuldum. zavallı kız ağlamaya başladı, sterling'in annesini makara malzemesi yaparken annesini son kez aramasına izin bile vermeyeceğimi hesaba katmamıştı, kim bilir…
sterling'in elindekileri alıp düzeneğimi kurmaya başladım. önce elektrik süpürgesini jeneratöre bağladım. pompa kısmına aparatı yerleştirip jeneratörü çalıştırarak test ettim. aparatın bir ucu pompaya tam da istediğim gibi saniyede on kere çarpıyordu. sterling yukarıda bıraktığım benzin bidonunu da getirmişti. kapağını açıp aletin yuvasına tamamını boşalttım. hepsine yetecekti.
“psikopatın tekisin, orospu çocuğu!” diye bağırdı biri sterling'e. düzenekten başımı kaldırdığımda bunun sterling'i okul tuvaletinde kıstıran hinoğluhin olduğunu fark ettim. hiçbirinin ismi önemli değildi, yanarken çıkardıkları koku sıradan bir yanık etten farklı olmadığı sürece de benim için önemli olmayacaklardı.
“salt korku iyi değildir, zevk ve heyecan da lazım adrenokrom için!”
on dokuz piç kurusu ne yapacağımı bekliyordu. hepsinin yüzünde o sıkıcı, korku dolu bakışlar vardı. yavaş adımlarla ona doğru ilerledim. bulunduğu yere sindi, arkadaşları yüzlerinde anlık beliren bir öfke ile kendini siper etti. çenelerine tekme atıp onu aralarından çıkardım. sürükleyerek jeneratörün yanına çektim. dizlerinin üzerindeyken çenesini jeneratörün köşesine dayayıp belini büktüm, tek hamleyle altındaki pantolonu dizlerine kadar sıyırdım. boynundan dört bileğine uzanan kelepçenin zincirlerini dişlerimle yakalayıp sımsıkı tuttum. çırpınıp durmasına rağmen hareket kabiliyeti alabildiğine kısıtlıydı. bok lekeli donunu da indirip çirkin, basurlu dibini ortaya çıkardım. uğultu arttı, çığlık çığlığa ağlıyordu o kız şimdi. sterling'in yüzünde ruhu gözlerinden çekilmiş gibi bir ifadesizlik vardı. pantolonumu indirdiğimde bakışlarını başka yöne çevirdi.
dişlerimle tuttuğum zincirin arasından “bu gece homoseksüel cima eyleme ihtimalini ortadan kaldırmıştım, siz ibnelerden hastalık kapmamak için. ancak planımın seyrini değiştiriyorsunuz. keyif sigaramı nerende söndüreceğim ses tellerinin ne kadar çalışacağına bağlı. uslu bir çocuk olursan perine bölgende, yaramazlık yaparsan kıçında söndüreceğim.” dedim büyük bir neşvetle.
aletimi daracık deliğine zorladım, tir tir titriyordu ve avazı çıktığı kadar bağırmamak için büyük bir kuvvetle sesini yutuyordu. sterling el fenerini düzmekte olduğum piçin yüzünden başka yöne çevirdiğinde onu uyarmak zorunda kaldım. dediğimi yaptı, bu kez yine ışığın vurduğu suratının ne kadar kızardığını görebiliyordum ancak sterling bakmamayı seçiyordu. ben içinde kuru kuruya gidip geldikçe o jeneratörün köşesini var gücüyle ısırıyordu, hırıltılı nefesi birden sıklaşıp yükseldi ve çığlıklara boğuldu. suratımı astım.
“sabrın için teşekkür ederim,” dedim nefes nefese. zerre kadar zevk almamıştım. “artık her iki kısmında da bir izmarit yanığı olacak!”
kırbaçlanır gibi bağırmaya ve ağlamaya başlamıştı. annesini çağırıyordu zavallı. ne annesi, ne de tanrı duyabilirdi sesini. sterling’e bakıp sırıttım, alnımdan boşanan ter damlaları altımdaki pisliğin çıplak, sivilceli kıçına düşüyordu. sterling bakışlarıma karşılık vermek yerine odanın köşesine gidip midesini boşaltmaya çalıştı.
götüne durmaksızın şaplak atmaya başladım, annesi çağrısına kulak verip gelse onu da nefesim kesilircesine düzecektim. sesi kısılıyordu artık, hırıltılı ve çatallı bir inleme çıkıyordu ağzından. kıçı sürtünme yüzünden alev almak üzereymiş gibi kuru ve sıcaktı.
ırz düşmanı birini becermek kadar zevk veren pek az şey vardı bu hayatta. cesedini de sikebilirdim ama zevk alıp almayacağını bilemezdim. tıpkı sterling'i sıkıştırdığı günkü gibi zevk alıyordu şu an, daha çok travmatize olsa da, bir gün aldığı zevkten pişman olacak olsa da zevk alıyordu işte. hem de benden daha fazla!
boşalmanın yakınlığı omurgamdan aşağı serin bir titremeyle okşadı beni. göz kapaklarım ve tüm vücudum titreyerek içine boşaldığımda sesi kesilmişti, asude gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. içinden çıkıp hızlıca toparlandım, jeneratörün üstündeki başının hareketsiz olduğunu fark ettim. gördüklerim karşısında istemsizce yüzümü buruşturdum: jeneratörümün köşesini öylesine kuvvetli ısırmıştı ki alt çenesi yerinden çıkıp kaymış, iki sentral ve bir lateral insisorları kökünden sökülmüş vaziyette jeneratörün üzerinde duruyordu. ağız dolusu kirli kan jeneratörümün üzerinden akmaya başladığında zırlamalar gittikçe arttı.
keyif sigaramı yaktım ve üst üste birkaç nefes çektim. hızlıca içip bitirdikten sonra kanamakta olan makatında söndürdükten sonra diğerlerine baktım. bıçak gibi kesilmişti sesler.
“eğlence başlasın o zaman.” dedim sosyal anksiyetesi olan birinin çekingenliğinde çıkmasına özen gösterdiğim sesimle. sonra hararetle güldüm. oksijen maskesini kanaması kesilmeyen ağzına geçirdim ve makineyi çalıştırdım. elektrikli süpürgenin sapını yeni genişlettiğim göte soktum, jeneratörü çalıştırdım. saniyede litrelerce benzin bağırsaklarından yukarı çıkmaya başladı. baygındı ve kan kaybediyordu, muhtemelen düzeneğim onu içten yanmalı motora dönüştürmeden önce ölecek ve ateşin sinirlerinde bıraktığı mazoşistik dopaminin tadına varamayacaktı, yine de diğerlerine patentini alacağım bu icadımın nasıl çalıştığına dair bir prototip göstermiş olacaktım. göz ucuyla sterling'e baktım, dalmış gitmişti. jeneratörü durdurdum ve sterling'in yanına çömeldim, alnındaki yaranın üzerinden öptüm. kendine geldiğinde sarılıp uyurduk, onu dert etmemeliydim.
işimin başına dönüp son hamlemi yapmak üzere kibrit kutumun bulunduğu cebime uzandım. yaktığım kibriti kayık çenesini aralayıp ağzına bıraktığımda adeta efüzif patlama gerçekleşiyormuşçasına büyük bir patlama oldu ve derisinin altından nasıl yandığını gördüğümde aldığım zevkin yüzüme yansımasına engel olamadım. kanımdaki epinefrin ve adrenalin tırmanışa geçmişti. közlenmeye başlamış ağzından çıkan alevler bana diyaframdan gelen bir kahkaha attırdı.
oksijen maskesini çıkarırken “demiştim, hepiniz anka kuşuna sakso çekeceksiniz diye!” diye haykırdım.
kalabalık kusanlar, bayılanlar ve avazı çıktığı kadar ağlayanlar kadar donuk bakışlarla yakında patentini alacağım içten yanmalı motoru seyredenler olarak dörde ayrılmıştı. kahkaha atıyor, kahkahalarıma ara verip öksürüyordum. zirvedeydim. çok geçmeden duman öylesine dayanılmaz bir seviyeye çıktı ki herkes ciğerlerini kusarcasına öksürmeye başladı. sterling'i yığıldığı yerden kaldırıp omzuma yasladım, hızlı adımlarla gaz odasını terk ettim. ardımızdan kapıyı kilitledim, çığlıklar kesilene kadar gaz odasına hapsolmuş oldu ve öksürmekte olan sterling'i kucağıma aldım. kucağımda yarı baygın yatan sterling ile merdivenden yukarı çıktım ve bodruma açılan gizli kapıyı sonsuza dek kapadım. üst kattaki yangın koridordan diğer odalara sıçramıştı. eğlenceyi yarıda bıraktığım için öfkeliydim ancak buradan kaçmamız gerekiyordu ve pencereler hariç de kaçmanın mümkünü yoktu. zemine birkaç metre yüksekliğindeki pencereye yöneldim ve sterling'i kucağımdan indirip temiz hava almasını sağladım. önce ben geçmeliydim. tek ayağımı pencereden aşağı sarkıttım, adım atılabilecek dar bir alan bulduğumda dış cepheye süzüldüm. duvara adeta yapışarak çaprazdaki duvarlardan aşağı atlamak için adım atılabilecek çıkıntıları aramaya başladım.
“hadi, sevgili sterling. peşimden gelin.”
sterling gelmedi. karbonmonoksitten zehirlenmek üzereydi. kısa çimlerin üzerine atlayabildiğimde pencerenin altına geçip atlaması için kucak açtım. kafa üstü düşmek suretiyle atladığında birlikte yuvarlanarak yere serildik.
oksijen maskesini içeride unutmasaydım ona oksijen verirdim, hastaneye kadar sırtımda taşımaktan başka çarem yoktu. üstüm kokuşmuş muzahferatın kanıyla ve isle kaplanmıştı. temiz havayı soludukça kendine geldi. sırtımda sterling ile taş binayı arkamda bıraktım ve hastanenin yolunu tuttum.
unutamayacağım bir geceydi. böbreküstü bezlerimi alabildiğine yorduğum, her dakikasına ve her zerre dumanına değen, sürreal bir güzellikti. şehre kilometrelerce uzaklıktaki düzlüğün ortasında sterling'i sırtımdan indirdim ve kurumuş dudaklarını öptüm. kan çanağına dönmüş gözleri normal insanların ne hissedeceğini bilemediği anlardaki gibi bakıyordu. yine de kollarını belime doladı, başını omzuma koydu ve konuşmadan dakikalarca durdu.
Yorumlar
Yorum Gönder