Nefret
kasvetli bir bulutu andıran nuhuset yüklü sis, dağ evimizin çatısına çöreklenmişti. mutfak penceresinden uzaktaki kasabanın ışıkları sisi aralamış, belli belirsiz parlıyordu. saat gece yarısını geçeli çok olmuştu, kabuslar yüzünden uyuyamadığımdan mutfağın soğuk zemininde çıplak ayaklarımla dikilip kanelbulle yapıyordum. sterling bu tatlıyı çok severdi. hele ki eklediğim karamel sos onu zevkten dört köşe ederdi her yediğinde. ancak bu gece ilk kez sterling'in olmadığı ve gelmeyeceği bir zamanda yapıyordum kahrolası tarçınlı çöreği.
bu deli saçması şeyi bir oyunmuş gibi başlatan ve en başından ciddiye almamasına sebep olan bendim. sterling’e karın boşluğumda kanatlarında metal bıçkınlar bulunan kelebekleri harekete geçiren, karşı konulmayacak düzeyde bir şehvet duyuyorken sırf başkaları yakıştırdığı için onunla bir dönem takılmak istiyormuş gibi yaparak her şeyi başından mahvetmiştim. şimdi ise başkasını, üstelik bir kızı düşünerek mastürbasyon yaptığı için ondan nefret etmeye hakkım olduğunu zannediyordum.
sterling bu gece gelmeyecekti. dolaptan absolut vodka’yı çıkardım, sertçe tezgahın üzerine bıraktım ve ardından şişeden samimiyetle af diledim. müdahale etmeden izlediğim her şeyin gözümün önünde nasıl fiziksel acıya dönüştüğünü seyredecektim. fırındaki kanelbulleya göz ucuyla baktım, ardından blue curacao'yu dolaptaki yerinden usulca aldım. biraz sprite bulabilmek için dolabı yeniden açtım ve yarısı kalmış şişeyle karşılaştığımda iç geçirerek şişeyi aldım. dolabı kapatmadan kapaktan kaptığım ikiye bölünmüş limonun yarısını limon sıkacağına yerleştirdim. limonla münasebetime ara verip liköre uzandım, kapağını açıp kokusunu içime çektim. sterling de adını koyamadığım bir likör gibi kokuyordu. kafamdaki düşünceleri diamond'ın dolgu topuklu terlik tekiyle kovaladıktan sonra blue curacao'yu kendi haline bırakıp limonu tüm gücümle sıkıp pestilini çıkardım. kokteyl bardağımı tozlu raftan alıp içine hava üfledikten sonra -tozdan arındığı anlamına gelecekti elbette- sprite'ı, likörü, limon suyunu ve raspberrysiz absolut vodka’yı içine doldurarak karıştırdım. swedish polar bear'im harikulade endamıyla tam karşımda duruyordu. sterling'in saçları da kokteylin rengi gibi masmaviydi. kafamdaki düşüncelere diamond'ın dolgu topuklu terlik tekini tüm gücümle fırlattım.
çöreklerimin hazır olduğunu haber verir vermez fırının kapağına yöneldim. kapağı açacağım sırada birinin sokak kapısına usulca tıkladığını duydum. bu saatte demonlarım dışında kimsenin kapımda hortlayacağına ihtimal vermemiştim, sahi onlar da kapıyı çalmadan içeri sızarlardı. ellerimde mutfak eldivenleri ve üzerimde eğrelti yeşili elmalı tart baskılı mutfak önlüğü ile kapıyı açmaya gittim.
kafamda torpiller patladı, feci yanılmıştım. gelen sterling'di. çiseleyen yağmurdan hafifçe ıslanmış, kan ter içinde soluklanmaya çalışıyordu. bakışlarında huzursuz, pişman ve ağlamaklı bir hal vardı. diri göğüslerine bakmak için bakışlarımı aşağı indirdiğimde beyaz tişörtünün kan emmiş vaziyette olduğunu fark ettim.
“graphite…” diyebildi titreyen sesiyle. “onlardan biri geldi. kendimi kaybettim.”
kapının eşiğinden kenara çekildim ve bakışlarımla içeri davet ettim. eşikteki fayanslara bir bir damlamaya başlayan kanın üzerinde çıplak tabanımı gezdirdim. sterling gövdesini gövdeme yasladı ve burnunu gömdüğü göğsümde soluklanmaya başladı.
“senin bu yönünü asla kabul etmeyecek biri için birini mi öldürdün sevgili sterling'im?” diye sordum şefkatle. ellerimi hafif tombul kalçalarının iki yanına koydum. mavi kalbimi benden çalan o kıza duyduğum kin sterling'e verdiğim kolyenin asılı olduğu boynuna gömülmemle alev aldı.
“ailesinin onu ev hapsine aldığını söyleyince ben de gittim. her şeyden önce biz arkadaştık.”
sterling bir süre kollarımda ağladıktan sonra, olayı anlattı. kısaca o kızı tecavüzcü babasıyla yaşadığı arbede sonrası kurtardıktan sonra başkasına tercih edilmiş, tam olarak da ondan beklediğim tepkiyi vermiş sterling'in uğruna mavi kalbimi kırdığı kız. üzerinde durmadım, şöminenin yanında kanelbulle yedik ve kokteyl içtik. sterling anlık hevesinin söndüğünü fark etmişti. vücuduna nefsi müdafaa izleri bırakılmıştı, ama hepsini öperek iyileştirecektim. neler olduğunu sormak için ağzımı açacak olmuştum ki konuşmak üzere boğazını temizledi.
“nina…” dedi. “benimle bir daha görüşmek istemediğini söyledi.”
bakışlarımı sertçe gözlerine sabitledim. o ise olabildiğince kaçırıyordu gözlerini.
“umarım meme ucunu kesmene değecek kadar önemli birisidir.”
“meme ucumu ben kesmedim. graphite, onun hayatımda önemli bir yere sahip olduğunu bilmiyormuş gibi davranma.”
nefes vererek gülermiş gibi yaptım. daha doğrusu gülmeye benzer bir ses çıktı boğazımdan. onun suratında ise hâlâ kınadığım bir pişmanlık mevcuttu. nazikçe tişörtünü çıkarmasına yardımcı oldum, dantelli siyah sütyeniyle kaldığında tek bir hamlede sütyen kopçasına asıldım.
“ben kesmedim, graphite. onlardan biri yaptı.”
bana engel olmaya çalışsa da sütyenini çıkardığımda kabuk bağlamış yarayla bakıştık.
o uyurken kesmiştim.
sterling'e olan hislerim sevgiyle nefreti bir arada barındırıyordu, o kız ile olan ilişkisindeki gelişmelere maruz kaldıkça metronomun nefret tarafına giden ibre sterling gözümün önünde oldukça sevgi tarafına doğru salınıyordu. yine ibrenin nefreti vurduğu bir an kesmiştim göğsünü. acısını bir nebze bile hissetmemesi libidomu düşürmüştü.
en sevdiğim dsbm kasetlerimden birini kasetçalara yerleştirmek için televizyon sehpasının çekmecesine uzandım, kaseti aldıktan sonra beni meraklı bakışlarla süzen sterling'e gülümsedim. kasetçaları çalıştırdıktan sonra aynı çekmecede durmakta olan beze sardığım hazır şırıngamı aldım. biraz morfine ihtiyacım vardı.
sterling'in yanına, yere oturdum ve kesikler içindeki sol kolumu ona doğru uzatarak iğneyle kolum arasında otuz derecelik bir açı ayarladım. dikkatle beni izliyordu. nina mevzusu beynimdeki tümörün ağrısına kuvvet vermekteydi, içimden bir ses aynı otuz derecelik açıyla beynime matkapla girmemi söylüyordu. iğne derimi, sonra da toplardamarımı deldi ve morfinin yatıştırıcı etkisi tüm vücuduma dalga dalga yayıldı. gözlerim göz kapaklarımın arkasında titreyerek kayboldu, başımı geriye yasladım ve şırıngayı çekip sehpanın üzerine bıraktım. sterling “nina'dan nefret ediyorum.” dedi.
“onun bahsini açarsan diğerleri intikamlarını diğer memeni de keserek alacaklar.” dedim.
“polis beni burada bulduğunda ne yapacağız?” diye sordu.
“polis seni burada bulamayacak. çünkü yarın randers'e gidiyoruz sterling'im. sen, ben, ve bagajda nina'nın cesedi.”
sterling dehşete düşmekle tebessüm etmek arasında kaldı.
“ne yani, babasından ayıracağımı mı sandın onu? hem bizimle seyahat edecek, son kez.”
sterling'i belinden tutup kucağıma oturttum. ellerimi başının iki yanında kabarmış kıvırcık saçlarının arasında gezdirdim ve yavaş yavaş boynuna, göğsüne, beline indirdim.
“belki de rigor mortis kalbini biraz olsun yumuşatır.” dedi sterling, gülerek. ciddi değildi. üzerimdeki kolsuz tişörtü sırtımdan tutup çıkardı ve göğsümdeki skar izlerini yeniden gün ışığıyla buluşturdu. diliyle sol meme ucuma dokundu ve öpücüklerle aşağı inmeye başladı. dokunduğu her yeri diliyle çürütüyordu. sıçrayan dopamin seviyemle birlikte inlememe engel olamıyordum. pantolon düğmeme uzandı, pantolonumdan kurtuldum ve bir çırpıda ayaklanıp sterling'in ayaklarını yerden kestim. onu sırtıma alıp merdivenlerden yukarı taşıdım. onu yaralı olmayan meme ucundan tutup banyoya çektim.
kanla dolu küvette yatan nina'nın boş bakan gözleriyle buluşan gözleri fal taşı gibi açıldı, bir çığlık koyverdi.
diyaframım çatlayana kadar kahkaha attım. sterling'in dili tutulmuştu adeta. nina'nın küçük, biçimsiz memelerine, suyun yüzeyinde havaya bakan dikey kesikli bileklerine ve kanı çekilmiş bembeyaz yüzündeki şaşkın ifadeye bakıyordu.
kendine gelebildiğinde “ben değilim… diğerlerinden biri yapmıştır muhtemelen!” diye kendini savundu.
“artık kaçman gereken iki cinayet var sterling.” dedim keyifle.
“hayır, ben nina'nın yanından ayrıldıktan sonra hiç zaman kaybetmedim. diğerleri gelmiş olamaz. ben yapmadım. buraya yarım saat önce geldiğimde her şey yolundaydı.”
“hâlâ anlamadın değil mi?”
“nina'yı sen öldürdün!” diye bağırdı sterling. yüzünden öfke ve kin okunuyordu, daha önce nefret edilmek hiç bu kadar haz vermemişti bana.
“elindeki bıçağı ve bileklerindeki dikey kesikleri görmüyor musun sterling'im? onu ben öldürmedim. kendi canına kıydı. kendisine ne yapması gerektiği hakkında tavsiye verdim sadece.”
“neden? burada ne işi var?”
“onun kadar hayatı seven ve şımarık bir şekilde sevmiyormuş gibi davranan birini ölümle cezalandırmayı istemiyor muydun?”
“elbette istemiyordum! sözde dileklerimi gerçekleştirmek için harekete geçmeni de istemiyordum!” sterling dizlerinin üzerine çöküp ağlamaya başladı.
keyifle gülmeye devam ettim.
“seninle konuşması biter bitmez beni aradı ve nasıl dünyanın en iyi ağabeyi olduğumdan bahsetti. gidecek kimsesi olmadığından bana gelmesini teklif ettim. babasının cesedini riddersholms'e gömdük. üstüne kan bulaştığı için yıkanmak istedi.”
“sonra?”
gülümsedim.
“sonra?!” diye bağırdı sterling.
“kendini cezalandırdı. senin de cezalandırılman gerekiyor sterling'im. kızını sadece senin tasvip etmediğin şekilde seven bir babayı hayattan kopardın.”
kirli sepetinin üstünde duran siyah bullet belt'imi aldım ve tek elimle havada şaklattım. oturduğu yere sindi, dizlerini karnına çekti.
“ne olur yapma.” dedi kısık ve titrek bir sesle. onu böyle acınası halde görmek kan dolaşımımı hızlandırıyordu.
eğilip dudaklarından öptükten sonra kemerimi ona savurdum. çığlık çığlığa küvete doğru emeklerken tekrar savurdum ve sırtında sivri uçlu mermilerin kızarık izleri belirdi. kendini bir sonraki hamlemden korumaya çalışsa da başarılı olamadı ve çıplak bacağına yediği kemerin acısıyla yerde kıvrandı.
“onlar yaptı… ben yapmadım!”
“hepsini öldürdüğümüzü sanıyordum sterling'im. bütün şeytanlarını cehennemlerine geri gönderdiğimizi sanıyordum. bana yalan söyledin.”
titriyordu, acı midesini harekete geçirmişti. iki büklüm bir şekilde bana doğru emeklerken biraz swedish polar bear kustu. ayaklarıma sıçrayan mavi kusmuğun tadına bakmak için eğildim. göz göze geldiğimizde hıçkırarak ağlamaya başladı.
“polise suçumu itiraf edeceğim!”
“nina'yı öldürdün sterling.” dedim.
“nina'yı da öldürdüğümü itiraf edeceğim! bırak gideyim!”
broken promises çalıyordu. sterling'i belinden yakalayıp küvete yasladım ve şortunu el çabukluğuyla çıkardım. siyah dantelli iç çamaşırıyla kaldığında çaresizce ağlamaya devam etti. usulca onu da çıkardım. artık direnişi bırakmış, teslim olmuştu. başını yere yaslayıp onu tüm bedenimle sıkıca sardım, boşta kalan elimle kendi iç çamaşırımı çıkarmaya çalışıyordum. saçlarını okşadım.
“geçti, sevgili sterling'im. yarın bu saatlerde randers'e varmış olacağız. yine istiyorsan kendini ihbar edersin ama polis sana inanmayacak. nina'nın ölmeden önceki son sözleri neydi biliyor musun? ‘sterling bana son görüşmemizde acı çekerek ölmeni diliyorum demişti.’ onu öldürdüğünü kanıtlayamayacaksın ama bu vicdan azabıyla ömür boyu yaşayacaksın. insan en yakın arkadaşına böyle söyler mi? merak etme, ben senin hep yanında olacağım. bu acıyla yaşamana izin vermeyeceğim.”
yalnızca belli belirsiz hıçkırıklarını duyabiliyordum artık. üstündeki ağırlığım yüzünden nefesi kesilmiş gibiydi.
“sarıl bana.”
kollarıyla boynuma sarıldığında boynuna bir buse kondurdum. bacaklarını belime sardı. yavaşça içine girdiğimde acıyla inledi. ölü nina'nın grileşmiş gözleri ben sterling'in içindeyken üzerimden ayrılmıyordu. sterling sırtımı sivri tırnaklarıyla tırmalama tahtasına dönüştürmüşken nina'nın gözlerine odaklanabilir oluşum hayret vericiydi. bullet belt'imi yerden alıp sterling'in boynuna geçirdim ve iyice sıktım. sesi soluğu çıkmıyordu. köpeğimin tasmasını tutarcasına tutup çektiğimde boğulurcasına sesler çıkardı ve onu uygun pozisyona soktuğumda içine yeniden girdim ve hızla gidip gelmeye başladım. nina'nın sterling'inkilerle buluştuğu için onu salya sümük ağlatan ölü gözleri kıskançlıktan deliriyor olmalıydı. ben dünyanın en iyi ağabeyi ve en iyi sevgilisiydim.
nina'ya son sözler
evet, nina… 20-25 dakika içinde kanelbulle fırından çıkmış olur. sonra da kokteylimi yapacağım. o kadar uzun kalacaksın değil mi? istersen gece boyunca kalabilirsin. sonra seni güvenli bir yere götürürüm.
baban için olanlar için çok üzgünüm. sevgisini yalnızca menisini tatmanı sağlayarak göstermesi ilişkinizi diğer baba kız ilişkilerinden farklı kılsa da o senin biricik babandı ve sterling iç işlerinize karışmamalıydı. nihayetinde sen de ıslanıyorsan onun dokunuşundan, bu aranızdaki derin bağı kuvvetlendirir. söylesene, daha önce sterling'i hayatına burnunu sokmaması için uyardın mı? bence uyarmalıydın. hoş, o babasız büyüdüğü için baba ve kızının paylaştığı bazı hazlardan yoksun kalmış. ama seni dinlerdi. neticesinde sen onun biricik dostusun. ama neden seni dinlemediğine gelirsek, sanki dostluğunuz biraz zedelenmiş durumda, ne dersin? babandan ve sterling'den başka kimsen yoktu, babanı bir kıskançlık uğruna kaybettin, sterling'i de bir hırs uğruna kaybediyorsun. seni gizlediğin hazlarınla kabul edebilecek kimse yok artık. vücudunu ne kadar temizlersen temizle; ilk kez yaptığınızdaki bekaret kanının babanın penisine yapıştığı gibi yapışacak babanın kanı, üzerine. aslında yaptığınızın yanlış olduğunu düşünmekle babana ilk kurşunu sen sıktın, nina. onu yarı yolda bıraktın. onu sevgiden mahrum ettin. kendini ancak acınası bir ölüme layık görerek bunu telafi edebilirsin, nina. babanın yanına gitmen, onun ayaklarına kapanıp özür dilemen gerekiyor. her daim aradığın kurtarıcıyı babanın penisinde bulabilmek için kendini öldürmekten başka çaren yok, nina. kendini öldür.
kendini öldür.
kendini öldür.
Yorumlar
Yorum Gönder